70’li yılların sonunda Ereğli’de ilk renkli fotoğrafı tab eden, eski Ereğli fotoğraflarının günümüze ulaşmasındaki en büyük emeği olanlardan biri olan nam-ı diğer ‘Dede’ Engin Öztabak; bu sayımızdaki konuğumuz..
Engin Bey, sizi tanıyabilir miyiz?
15 Ekim 1937 doğumluyum. Annemi çok küçük yaşta kaybettim; ortaokula gidiyordum ve onu kaybettikten sonra okulu bıraktım. Babam oto boyacısıydı. Pazar günleri onunla gidip işi öğrenir, çalışırdım. Ama sonradan anladım ki çok yanlış yapmışım. Gençlik yıllarımda Bartın Liman İnşaatında kaynakçı, tornacı olarak çalıştım. Bende meslek çoktur. Bakardım tabelaya; ne arıyorlar; kaynakçı. Kapıdan girerdim ‘Ben kaynakçıyım’ derdim. İmtihan olur, başlardım işe. Elim çok yatkındı böyle işlere, hiç zorluk yaşamadım. Canım sıkıldığı zaman da ceketimi alır, çıkardım. Bartın Limandaki atölye şefim beni Erdemir Liman inşaatına çağırdı. Verdikleri teknik resimlerden bakarak vibratör, kum silosu, açılır kapanır köprü kaynaklarını bile yaptım. Elimden her iş gelirdi ama bana sorarsan hiçbirinin de ustası değildim. Aslında gençlere bir tavsiye vermem gerekirse; tek iş yapacaksın ama o işi çok iyi öğreneceksin. Tam usta olacaksın. Ve bir işi ancak severek yaparsan muvaffak olursun. Eğer sevmeden yaparsan o iş angaryadır. Mesela tüm bu işlerin yanında fotoğrafçılık benim hobimdi; zevkle yapıyordum.
Kaç yılında evlendiniz, çocuklarınızdan da bahsetmek isteriz?
1962 yılında eşim Ümran’la evlendik. Çocuklarımdan 1968 yılında doğan Elvan; İstanbul’ da Halk Bankası Genel Müdürlük’te Daire Başkanı olarak çalışıyor.1974 yılında Almanya’ da doğan Ersan ise Almanca Öğretmeni oldu ancak Manavgat’ta rehberlik yaparken bir Alman turistle tanışıp evlendi ve Almanya’ya yerleşti. 11 yaşında bıcırık bir torunum var. Bir tane daha geliyor, yolda… Ama her ikisinden evvel 1962 doğumlu olan, hanımın en küçük kardeşi; kızımız Nurdan var. Kayınvalidem bir trafik kazasında vefat ettiğinde Nurdan yeni doğmuştu ve bizimle birlikte büyüdü.
Daha sonra bir de Almanya maceranız olmuş…
Evet, 1965 senesinde fabrika üretime başladıktan sonra İstanbul’a gittim ve Almanya’ya gitmek için yazıldım. Hemen gönderecekler diye düşündüm ancak göndermediler. Orada 2 sene çalıştım. Baktım Almanya’nın çıkacağı yok, Bartın’ a dönerken Ereğli’ye de bir uğrayayım dedim. Arkadaşlar hemen Erdemir’ e girişimi yapmışlar. Ama 1969 senesinde birden Almanya’nın onayının çıktığını öğrendim ve hemen Erdemir’ den ayrılıp Almanya’ya gittim. Asıl niyetim Avrupa’yı görmekti. 15 sene orada taşlamacılık yaptım. Binde toleranslarla uğraşırdım. Çok hassas bir işti. Ama bana göre zor iş de değildi. Meraklı herhangi birinin yapabileceği bir uğraştı.
Almanya’dan sonra Ereğli’ye mi döndünüz?
Kızımı Ereğli’den evlendirdim, baldızım Ereğli’de evliydi. Bir ev, bir arsa satın aldık buradan ve benim Bartın ile irtibatım kesildi. İnanır mısınız, Bartın’a giderken ya oynamaya, ya ağlamaya gidiyoruz. Ya düğün, ya cenazeye yani… Orası bana yabancı ama Ereğli’de evimden çarşıya gidinceye kadar 8 – 10 kişiyle selamlaşırız.
Sizi daha çok fotoğraf koleksiyoneri olarak tanıyoruz ama öncelikle fotoğrafçılığa ilginizin nasıl başladığını öğrenmek isteriz.
Çocukluk yıllarımdan itibaren bende fotoğrafçılık merakı vardı. Ortaokul 2. sınıfa giderken harçlıklarımdan biriktirip yarısını peşin, kalan yarısını da taksitle aldığım Zeiss İkon körüklü fotoğraf makinem vardı. Bu makine benim için çok kıymetliydi ve çok uzunca bir süre kullandım. Hatta askere giderken bile yanımda götürdüm. Onun sayesinde askerde iyi de para kazandım.. Bölükler arası gerçekleşen maçlarda birkaç grup fotoğrafı çekip 50 – 60 tane kart satıyordum. O zamanlar karanlık oda falan bilmiyorum; imkan da yok, şehre inip öyle basıyordum fotoğrafları.
Karanlık odayı nasıl öğrendiniz?
Zonguldak’ta eniştemin dükkanının karşısında Foto Vedat vardı. Okul tatillerinde oraya giderdim. Bu işlere meraklı olduğum için ‘Bu filmi ben yıkayım, bu fotoğrafı ben basayım’ diyerek izin isteyip yavaş yavaş işi öğrenmeye başladım.
Bir fotoğrafı kimin çektiği tabii ki çok önemli; ancak bize göre eski fotoğrafların bir sonraki nesile kaybolmadan aktarılması da büyük önem taşıyor. Arşivcilik nasıl girdi hayatınıza?
Hayri abinin (Yıldız) babası rahmetli Sadık Hoca Ereğli’nin en eski fotoğrafçılarındandır. Hayri abi de benim ustamdır. Sadık Hoca’dan kalan 430 tane cam negatifi Hayri abinin e vinin çatısında, bir dinamit sandığının içerisinde bulduk. 1920’li ve 30’lu yıllardan kalmıştı bu negatifler. Nasıl sevindik anlatamam. Hayri abi ‘Ben karışmam, alın ne yapıyorsanız yapın’ dedi. Pislik içindelerdi ama arkadaşlar arasında onları paylaştık; güzelce yıkadık temizledik, güneşte kuruttuk. Bunların hepsinin dijitalini aldık. Hatta bu camların bir çoğunun da kenarlarındaki emisyonları bozulmuştu. Ama süs gibidir onlar da, o kadar orijinal durur ki… Bu cam negatiflerin, eski fotoğrafların dijitalini, isteyen herkese veriyoruz tabii ki…
Nasıl fotoğraflar çıktı bu cam negatiflerden?
Manzaralar da var ama çoğu şahıs. Hatta biz bu fotoğraflardan seçtiklerimizle geçmiş yıllarda eski Belediye Binasının karşısındaki Abdi İpekçi Sergi Salonunda ‘Fotoğraflar Sahibini Arıyor’ ismiyle bir sergi açtık. Ve sergiyi gezip te ‘şu benim teyzemdi, bu benim babamdı’ diye fotoğraflardakileri tanıyanlara da birer tane fotoğraf basıp hediye ettik.
Sizin geldiğiniz dönemde Ereğli nasıldı?
Ben tam Erdemir’in kuruluş aşamasında geldiğimden dolayı; Ereğli o dönemde çamur deryasıydı. Boyalı ayakkabıyla çarşıda gezemezdin, her yer hafriyat arabasıydı. Bir düşünsenize; sahada 128 tane şirket çalışıyor… Ereğli’de yer yok, ev yok, otel yok… Benim evliliğimdeki ilk evim; büyücek evi olan Sandalcı Fikri diye birinin evini ikiye bölmesi ile oluşuyordu. Bölme masraflarını da ben vermiştim. Banyo, oda bir de tuvalet vardı evimde. Banyoyu mutfak yaptık. Öylece oturduk. Ondan sonra Gülüç’te oturduk biraz. Almanya dönüşünde de Gülüç’te aldığımız bir eve yerleştik. 1985’in yılbaşında Gülüç’te fotoğrafçılık dükkanını açtım. 10-12 sene kadar devam ettim burada fotoğrafçılığa. Dükkanın arkasında da bir atölyem vardı. Gülüç İlkokulunun arkasındaydı dükkan; okulun camı kırılır, kilidi bozulur ben onarırdım, teksir makinesi bozulur, getirirlerdi, kurcalaya kurcalaya onarırdım. Ama sonuçta esnaflığı pek beceremedim.
Bildiğimiz kadarı ile Ereğli’ye renkli fotoğrafçılığı ilk getiren kişi sizsiniz. Bunun hikayesini de merak ediyoruz ama öncelikle renkli fotoğrafçılığı nasıl öğrendiniz?
Almanya’da fotoğrafçılığı daha iyi öğrenmek için Akademi’nin gece kurslarına gittim. Oradaki hoca Türkleri pek sevmiyordu renkli fotoğrafçılık kurslarına beni almadı. Bizim camilerimizde hocanın tek görevi ezan okumaktır, ancak Avrupa’daki Kiliselerde kurs verilip gelir sağlanır. Kilisenin birinde renkli fotoğrafçılık kursu veriliyordu. Velhasıl biz böylece öğrendik renkli fotoğrafçılığı. Bir iznimde renkli tab için gereken ilaçları aletleri falan toparladım, geldim Hayri Abi’ye ‘Renkli fotoğraf yapacağız’ dedim. Hayri abi kızdı bana ‘Benim işim başımdan aşkın, bir de senle mi uğraşacağım’ dedi; paparayı yedik yani:) Ama ben gittikten sonra komşuları çok etki yapmışlar, bana mektup yazdı. ‘Bu işi sen bulaştırdın, buraya gel temizle’ dedi. Yılbaşında ilaçları, makineleri alıp Ereğli’ye 2 haftalığına izine geldim. O dönemde renkli fotoğrafları tab etme imkanı sadece İstanbul’da ve Ankara’ da var. Genellikle Kıbrıs’a gönderiliyor ve çıktıları ancak bir ay sonra eline geliyor.
Ereğli’de tab edilen ilk renkli fotoğraf hangisiydi?
1976 yılıydı sanırım; Eczacı Metin Çöğendez’ in kayınpederi yeni vefat etmiş ve renkli bir filmi varmış. Metin Çöğendez bunu Hayri abiye vermiş; ben de 18*24 fotoğrafını basıverdim. Hayri abinin de çok hoşuna gitti, hemen banyodan çıkarttı, ıslak ıslak doğru Metin’e götürdü. ‘Al, Türkiye’de bu kadar oluyor.’ dedi:) O zaman yaprak filtrelerle basıyorduk. Çok zor oluyordu. Hayri abi başka agranzör almış ve başladı çalışmaya. Ereğli’de renkli fotoğrafı Hayri abi basıyordu yani ilk zamanlar.
Sizin gibi bir fotoğraf sevdalısının kaybettiğine çok üzüldüğü fotoğraflar oldu mu hiç?
Evet. Bartın’da öğrenci iken, aldığım o ilk körüklü fotoğraf makinesi ile bayraklarla omurgası atılan bir geminin ilk fotoğrafını çektim. Daha sonra 15 günde bir, aynı yere gelip, aynı açıyla o geminin suya atılana kadar olan tüm süreçlerini çektim. Tabi birer ikişer çekebiliyorsunuz o zaman, ne çıkacağını bilmiyorsunuz ama filmler de çok pahalı, o yüzden yapabileceğinizin en iyisini yapmaya çalışıyorsunuz. Bu filmler ben askerdeyken kaybolmuş; çok üzülmüştüm. Bir de kaybolmasına daha çok üzüldüğüm başka fotoğraflar da oldu. Dedemin sandığında Atatürk’ün cenaze merasiminde çekilen fotoğraflar vardı. İstanbul’ dan başlanıp Ankara’ya kadar çekilen 50-60 tane 6*9’luk fotoğraflar… Bir fotoğrafçı; Atatürk’ün naaşı, top arabasında giderken ağlayan feryat figan insanları şehir şehir sürekli çekmiş. Dedem nasılsa bir yerden satın almış onları, arada bir çıkartıp bize gösterirdi. Çok kıymetliydi onlar… Bunlar da ben askerdeyken ev taşınırken gitti.
En sevdiğiniz Ereğli fotoğrafı hangisi?
Eskiden balıkçı ağları keten ipliğinden yapılırdı şimdiki gibi naylon değildi ve suda kaldığı zaman çabuk çürürdü. Bu yerlere çaştak derler. Balıkçılar denizden gelince önce ağlarını tatlı su ile yıkayıp çaştaklara asıp kuruturlardı. Denizin önünde yol yoktu o zamanlar, Yalı caddesinin arkasındaki yol vardı sadece. Eski Ereğli’yi anlatan çok güzel bir fotoğraf bence bu.
KEFSAD’la ilgili düşüncelerinizi de öğrenmek isteriz.
KEFSAD (Karadeniz Ereğli Fotoğraf Sanatı Amatörleri Derneği) genişçe bir aile. Herkes birbirini tanır. Dedeleri de benim.. Cemil Hoca öyle derdi, adım öyle kaldı. Ancak KEFSAD’ın asıl mimarı Cemil Hocadır. Fotoğrafa çok meraklıdır. Ereğli’ de diplomalı nadir hocalardandır.
Son olarak duvarda bir saz görüyoruz. Saz çalıyor musunuz?
Eskiden çalardım ancak bir iş kazasında parmağım kesildiğinden beri perdelerin arasında gezinemediğimden saz çalamıyorum. İki sazım da duruyor, ama ancak saz çalmasını bilen bir arkadaş geldiği zaman yerinden kalkıyor o saz.
Bu keyifli sohbet için Sayın Engin Öztabak’a teşekkürlerimizi sunuyoruz.