Baş Köşe Bölümümüzde Kdz.Ereğli’ye değerli hizmetlerde bulunan Dr.Selahattin Karayeğen ve kıymetli eşi Suna Karayeğen ile çok keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Selahattin Bey, öncelikle sizden başlayalım, kısaca sizi tanıyabilir miyiz?
Ben 1929, Amasya Merzifon doğumluyum. İlkokulu bitirmek üzereyken babam EKİ’de çalışmaya başladı ve böylece Zonguldak’a geldik. Mehmet Çelikel Lisesi’nin ilk mezunlarından biriyim. O zamanlar Türkiye çapında çok kuvvetli bir okuldu. Üniversiteyi ise İstanbul Tıp Fakültesi’nde okudum. 600 kişi mezun olduk, bu sene de 63. mezuniyet yılımızı kutlayacağız. Bizim her sene bir şehirde mezunlar toplantımız olur. Elene elene bu sene 15-20 kişi kaldık. Mezun olduktan sonra Boyabat’ın Durağan ilçesinde mecburi hizmetimin bir kısmını gerçekleştirdim. Bir sene sonra da Amerika’ya çocuk üzerine yüksek ihtisas yapmaya gittim. 5 sene Amerika’da kaldıktan ve orada Pediyatri Cemiyeti üyesi de olduktan sonra 1960 yılında yurda döndüm ve Sivas’a askere gittim. O dönemde yengemin sayesinde görücü usulü eşim Suna Hanım ile tanıştım.
Burada hikayeye Suna Hanım giriyor.
Öncelikle şu ayrıntıyı belirteyim; eskiden Ereğli’de nişan ayrı, nikah ayrı, düğün ayrı olurdu. Nikah kıyıldıktan aylar sonra düğün yapılırdı ve ondan sonra evlenilmiş olunurdu. Biz 8 Haziran 1960 yılında nişanlandık. 24 Eylül’de nikahlandık ve 1 Nisan 1961 tarihinde ise evlendik. Ben anne tarafından da baba tarafından da yedi göbek Ereğli’liliyim. Soyadım Altuğ idi. Ereğli’de herkesin bir lakabı vardır. Benim babamın lakabı da Gazeteci Burhan idi. Dükkanında kitap, gazete satardı. Ben 10 Ekim 1942 doğumluyum. 19 yaşlarımdayken eşimle evlenip Van’a gittik. İlk oğlum Oğuz 1962 yılında Van’da doğdu.
Selahattin Bey, yurt dışında da çalıştığınızı biliyoruz.
Amerika’da iken aldığım ihtisas üstü diploma sayesinde Suudi Arabistan’da bir Amerikan Hastanesinden teklif geldi. Ve 1963 yılında ben gittim ve bir sene sonra da eşimi Beyrut üzerinden Suudi Arabistan’a getirdim. Dünyanın her tarafından gelen doktor arkadaşlarla birlikte çok güzel bir ortamda çalışıyorduk. İlk gidişimizde 2 sene kaldık ve 1964 yılında geri döndük.1965 yılında ikinci oğlum Sertaç doğdu. 2 sene sonra tekrar Arabistan’a gidip iki sene daha kaldık ve sonra Ereğli’ye yerleştik. Yurt dışında öğrendiğim bir çok çalışmalarımızı buraya adapte ettim. Çocuklara serum takma gibi bir çok uygulamayı ilk defa gerçekleştirdik bir ilçede. Çok şükür muvaffak da olduk. Kızım ise 1972 yılında doğdu. Ben Çelikel Lisesinde Fransızca okudum. İngilizcem çok azdı. Amerika’da da bu yüzden ilk başta çok zorluk yaşadım. O nedenle çocuklarıma öncelikle İngilizce eğitim veren kolejlere gönderdim. Büyük oğlum Boğaziçi Üniversitesi mezunu, şu an Çin’de Dış Ticaretle uğraşıyor. Sertaç burada Göz Doktoru, hanımı da çocuk doktoru benim gibi, kızım ise ODTÜ mezunu İngilizce öğretmeni Amerika’ya yerleşti, doktorasını da yaptı ve orada evlendi, ardından çocuğu oldu ve şimdi öğretmenlik yapıyor.
Suna Hanım, sizin için Suudi Arabistan’da bir dönem yaşamak nasıl bir deneyimdi?
Suudi Arabistan’da bulunduğumuz 5 yıl içerisinde hep ülkemi en iyi şekilde temsil etmeye çalıştım. Orada kaldığım süre zarfında kadınlara gösterilen yaklaşımı görünce; Ulu Önder Atatürk’ ün biz Türk kadınlarına sunduğu hak ve özgürlüklerin değerini bir kere daha anlamış oldum.
Selahattin Bey, sizin mesleğinizin dışında da farklı ilgi alanlarınız varmış.
Çok merakım vardır, doktorluğun dışında burada bir çiftlik kurdum. Önce tavuk çiftliğiydi. O zaman şehir kalabalıklaşmış; uzun ömürlü kutu sütler de yok. 1975 senesinde Danimarka’dan 35 tane inek getirdim. Bir süre devam etti ama sonra kutu sütler çıktı ve ihtiyaç kalmayınca onları tasfiye ettim. Burada daha sonra bıldırcın işine girdim. Hatta konservesini bile yapıp İstanbul’a gönderiyordum. Mantar da yetiştirdim. Kimse yemedi o zaman Ereğli’de mantarı, elimde kaldı. Ereğli’de üretim üzerine işlerin yapılması zor. Çünkü Erdemir var ve bu nedenle çalıştıracak adam bulamıyordum, iki gün sonra herkes Demir Çelik’e geçmek istiyordu.
Sizlerden biraz da eski Ereğli’yi dinlemek isteriz.
Selahattin Bey: Sessiz, sakin herkesin birbirini tanıdığı bir Ereğli vardı ben ilk geldiğimde. Denizde iki direkli büyük ahşap gemiler görünürdü sahilden. Bu gemilerle İstanbul’a sebze, meyve ticareti yapılırdı. Sahiplerinin çilek ticareti yaptığı Çilek apartmanı vardı çarşıda. Oraya kamyonla yüzlerce Osmanlı Çileği sepetini yığarlar sonra gemilerle İstanbul’a gönderirlerdi. Ereğli fevkalade kokardı çilek mevsiminde. Bu odaya çilek girdi mi değil oda, bütün apartman çilek kokardı. “Alo çileği”ni getirdiler sonra, Osmanlı Çileği’nden daha randımanlı diye ama bozuldu işte bizim orijinal çileğimiz. Bir de Demir Çelik geldikten sonra kimse çileğin çiftliğin yüzüne bakmaz oldu. Ama Suna Hanım size daha güzel anlatır eski Ereğli’yi…
Suna Hanım: Herkes birbirinin akrabasıydı. Ereğli dışına, Düzce’ye bile kız verilmezdi. Bozhane üzerinde Karadenizlilerin bir mahallesi vardı. Onlar genelde kendi mahallelerinden kişilerle evlenirlerdi. Biz Ereğlililer ise kendi aramızda… 1955-60’lara gelinceye kadar bu böyleydi.
Biz Orhanlar mahallesi Kilise sokakta oturuyorduk. İsminden de anlaşılacağı gibi orada bir kilise, Rumlardan kalma bir Sübyan Okulu vardı ve kilisenin içi o kadar temizdi ki; sütunlar nişler mermerden yapılmıştı. Biz de çocukken arkadaşımla orada evcilik oynardık. Keşke bu yapıları koruma altına alabilseydik. Yollar yakınlaştı. Biz eskiden İstanbul’a 18 saatte vapurla giderdik. Kamaranın dışına çıkamazsın, miden altüst olur. Haftada 2 gün şimdiki Yaşlılar Gençler evinin oradaki Belediye Sinemasında film gösterimleri olurdu. Çarşamba Cumartesi bizlere, geceleri de ailelere olurdu. Parkın içerisinde dökme betondan yıldız şeklinde bir kamelya vardı. Bayramlarda orada konserler verilirdi. Biz de gider izlerdik ayakta, çok keyifli olurdu. Çarşıda, Bakırcı Mesut’un oğlunun da soba sattığı mevki olan Tulumba sokak vardır, adını eskiden köşede bulunan tulumbadan alır. O köşedeki dükkan babamındı. Eskiden dükkanlar tahtaydı. Her dükkanın ibriği olurdu. Tüm esnaf sabahları tulumbadan su çekip dükkanında toz kalkmasın diye ıslatıp süpürürdü. Ereğli’nin Topal Fethi’si vardı, çok düzgün konuşan kültürlü bir adamdı. O zaman Eken Otel’in orada iskele vardı ve orası Balıkhane idi.Fethi Bey bütün mahalleleri dolaşır ilan ederdi örneğin ‘İskele’ye palamut gelmiş çifti şu kadar’ diye. Ya da Ramazan gecelerinde yine mahalleleri dolaşır mani söylerdi ama uyduruk şeyler değil. Çok güzel mani okurdu. Annelerimiz eskiden babalarımızın eski, giyilmeyen pantolonlarını saklar, büyük sepetlerle gelen Çekoslovak tabakçıdan pantolon karşılığı tabak alırlardı. Hiç yerli malı yok, hep ithal tabaklar, en zengininden en fakirine buradaki hanımlar evdeki porselen tabaklarını o tabakçıdan tamamlamışlardır. Sonra bu adet plastik ve mandala döndü.
Bize biraz da Ereğli’deki eski bayramları anlatır mısınız?
Bayramlar çok güzeldi biz küçükken. En temiz kıyafetlerimizi giyer, el öpmeye çıkardık. O zaman şeker değil, mendil içerisinde para verilirdi çocuklara. Paralarımızı toplardık ve Beyçayırı’nda kurulan dönme dolaplara giderdik. Hatta Semiha Yankı’nın babası cambazlık yapardı orada. Bayramlarda Ereğli’ye gelirler, ayaklarına tahtadan uzun şeyler takar mahalle aralarında lunaparkın kurulduğunu duyururlardı. Bir de Ereğli’nin Şekerci Temel’i vardı.
Dondurma yapar, etrafında tuz ve buz olan büyük kabına koyar, biz çocuklara satardı. Mahalle aralarında küçük fırınlar vardı. Çarşıdan kimse ekmek almazdı. Maya kullanılmazdı; bugün siz ekmek yapıyorsunuz, ondan bir parça ayırıp komşuya verirdiniz, ertesi gün o yapar yine bir parça komşusuna ayırırdı. Böyle dönerdi. Fırınlar da büyükçe 17-18 ekmek alırdı. Sonra o evin içinde kaç tane çocuk yada torun varsa o sayıda küçük ekmekler yapılır; hamurun içine çiğ kabuklu yumurta konur, pişirilirdi. Ertesi gün çocuk kahvaltıda ekmeği bölünce içinden yumurta çıkardı. Bu da onların çok hoşuna giderdi.
Hıdırellez’den de bahsetmek isterim. O da çok güzel bir ritüeldi bizim için… Akşamdan mahallenin genç kızları kapı kapı dolaşır mendil içinde yüzük toplarlardı. Kağıtlara dileklerini yazıp, küpün içerisine yüzüklerle birlikte koyar ağzını kapatırlar; küpü de kırmızı gül ağacının altına gömerlerdi. Ertesi sabah yani Hıdırellez sabahı; kızlar önceden dikilen Nazilli Basması da denilen Sümerbank basması elbiselerini bir örnek giyerdi. Sonra evlenecek yaştaki kızları oturttururlar ve o küpü, evlensinler diye kızların başında açarlardı. Kızlar önceden Saatli Maarif Takviminden yapraklar biriktirirdi. Sonra sırayla bu yaprakları açıp mani okurlardı. Bir yüzük çekerler ve kağıda sarıp yüzüğün sahibine verirlerdi. Sonra ateş yakılır, ip atlanır, salıncaklar kurulurdu. Bir de Ereğli’ nin meşhur yumurta dolması vardır. Yumurtalar haşlanır, içi karabiber maydanozla doldurulur, yumurtaya bulanıp kızartılır. Hıdırellez günü muhakkak ondan yapılır, yenirdi. Kınalarda Udçu Mürvet Hanım ve Kör Ahmet mutlaka bulunurdu. Eskiden şimdiki gibi kınalara erkekler giremezdi, kadın kadına eğlenilirdi. Ama bu adamcağızın gözü görmediği için kınada çalabilirdi. Düğün zamanı damat gelir, gelinin koluna girer evine götürürdü. Buna da ‘koltuk’ denirdi. Ertesi gün gelin kendi arkadaşlarına ‘Duvak’ olarak adlandırılan mendilin içinde üzüm ve leblebiyi bağlar, verirdi. Belediyenin önündeki iskeleden sandallarla kişi başı 25 kuruşa Uzunkum’a denize girmeye gidilirdi. Çok güzel ipek gibi bembeyaz bir kumu vardı. Erdemir’in olduğu yer plajımızdı. Yine iskeleden hastaneye sandallarla gidilirdi.
Benim arkadaşım Oya Likoğlu’nun babasının şimdiki Bozkuş Pasajının yerinde bahçe içerisinde ahşap bir köşkü vardı. Önünde kale gibi bir yangın duvarı… Güler Hanım’ın eczanesinin ilerisindeki yerde de Cahit Cimit’in konağı vardı; dantel gibi işlenmişti ahşap süslemeler. Yalı caddesinde şimdiki Akide Cafe’nin olduğu yerde Nur’un babasının yine bahçe içinde ahşaptan köşk gibi evi vardı. Bir gecede yıktılar o konağı.
Selahattin Bey: Ereğli’ye sahip çıkılmadı. 5000 senelik tarihi şehir mahvoldu. Deniz, yalı caddesinde surlara vuruyordu. Tarih kitaplarında Ereğli şöyle tarif edilmiş: ‘Yağmurdan sonra Ereğli sokakları antika eşyalarla doluyor.’ Neden? Yağmur yağdığı için yüksekten süzülen sularla beraber antika paralar vs, toprak üstüne çıkıyor. Öyle bir tarihi zenginlik varken; ne hale geldik.
Sosyal Projelerle de hayatınız boyunca ilgilenmişsiniz.
Selahattin Bey: Ana Çocuk Sağlığında çalışırken oradaki ek binanın restorasyonunu ben yaptırdım. Sağlık, eğitim gibi konularda, yatırım veya geliştirme ihtiyacımız olduğunda Demir – Çelik olsun Askeriye olsun her zaman yardım ediyordu. Oradayken bir projem vardı: Buradaki Kız Yetiştirme Yurdu bir müteahhide verilecek; karşılığında da başka bir bölgede 5000 m2’lik bir arazi üzerinde tek veya iki katlı kreşi, okulu olan, yetiştirme yurdu ve hatta yaşlılar evi de olan geniş alana yayılmış bir kompleks olacak. Ben sadece çocuk tedavisi değil; sosyal pediatri ile ilgili de çok meşgul oldum. Çocukların büyüklerle bir arada olabileceği; hayattan kopuk olmayacağı geniş ve doğal bir alanda büyümeleri gerekiyor.
Suna Hanım: Eskiden eşimle beraber Ana Çocuk Sağlığı Derneğinde çalışıyordum. Son üç dönemdir Elif Lions Kulübü Başkanıyım. Bunun yanı sıra yaklaşık 15 yıldır da Kız Yetiştirme Yurdunda görev alıyorum. Çocuklarımız, kızlarımız için çalışmanın çok önemli ve özel olduğunu düşünüyorum.
Misafirperverlikleri için kendilerine teşekkürlerimizi sunar sağlıklı ve huzurlu yıllar dileriz.